2 hafta önce | Okunma Sayısı : 10
Biyografik tarihçilik, bireyin öyküsünü tek başına aktarmakla sınırlı değildir, esas olarak, öykünün hangi amaçla ve hangi bağlamda yazıldığına odaklanır. Bu perspektiften bakıldığında, Hak-İş’in kurucu genel başkanı Mustafa Taşçı’nın biyografisi, yalnızca onun kişisel yaşamını ve kariyerini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda bir sivil toplum örgütünün 1976-1980 yılları arasındaki tarihine ışık tutar. Eserde, örgüt içinde görev alan tanıklar, sanıklar, zahmet çekenler ve aynı dönemde kuruluşun nimetlerinden faydalanan kişilerin deneyimleri bir arada sunulmaktadır. Bu sayede yalnızca bireysel başarı veya kariyer öyküsü aktarılmaz; dönemin toplumsal, siyasi ve örgütsel zorlukları, dayanışma mekanizmaları, örgüt içi mücadele ve işbirliği süreçleri de belgelenir.
Bu yönüyle, “Hak-İş Kuruluşu” isimli eser, bir sivil toplum örgütünün görünmeyen tarihini, saklı tanıkları ve yaşanan olayların bütüncül bir perspektifini sunar. Eser, hem akademik araştırmalar için güvenilir bir kaynak oluşturmakta hem de toplumsal hafızanın korunmasına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca biyografi, okuyucuya dönemin gerçek koşullarını ve örgütün toplumsal etkilerini anlaması için bir rehber niteliği taşır; yalnızca geçmişi anlatmakla kalmayıp, bugüne ve geleceğe dair çıkarımlar yapılmasına da olanak sağlar.
Bu kapsamıyla eser, biyografik tarihçiliğin hem bireysel hem de kurumsal tarihleri sentezleyen, tanıklığı ve belgelemeyi ön plana çıkaran örnek bir çalışması olarak değerlendirilebilir.
Hak-İş’in bazı kurucuları hakka kavuşmuş, ancak geride kalan aileleri veya mirasçılarıyla ne yazık ki emeklerine yakışır bir iletişim kurulmamış. Birçok mirasçı, babalarının veya dedelerinin Hak-İş’in kuruluşunda oynadığı rolü tam olarak bilmiyor. Oysa ölülerimizi anarken “Rahmetle Anınız” gibi nebevi sözleri hatırlamak, geçmişi saygıyla anmak ve mirası yaşatmak açısından büyük önem taşıyor. Örneğin, bir mirasçı, dedesinin sendika için gecesini gündüzüne kattığını sonradan öğrendiğinde şaşkınlığını gizleyememiş; emeklerinin sadece belgelerde kaldığını fark etmiş. Bu tür örnekler, geçmişin değerli deneyimlerinin yeterince aktarılmadığını gösteriyor.
Hak-İş’in kuruluşu uzun yıllar boyunca gözlerden uzak kalmış ve çoğu kişi tarafından araştırılmamış bir saklı tarih niteliği taşıyor. Resmî internet sitesinde bu tarihe dair çok az bilgi bulunuyor ve pek çok veri, doğrudan tanıklarla konuşulmadan, yalnızca sanal ortamda oluşturulmuş. Tarih tesadüflerle yazılmaz; belgeler ve tanık anlatımları bir araya gelmediği sürece gerçek anlaşılmaz. Dönemin aktif üyelerinden biri, genç yaşta aldığı sorumlulukları ve örgüt içinde yaşanan zor koşulları hatırlıyor, bir başka kişi ise o dönemdeki dayanışmayı ve üyelerin birbirine verdiği desteği anlatıyordu. Bu iki bakış açısı bir araya geldiğinde, Hak-İş’in kuruluş yıllarının zorlukları ve başarıları netleşiyor.
Bu eksikliği gidermek amacıyla, kurucu genel başkan bizzat eserin bölümlerini hazırlamış, kendi özel arşivinden yararlanmış ve o dönemdeki yazılı ve görsel basın kaynaklarını titizlikle incelemiştir. Örneğin, 1977’de yaşanan bir grev süreci, hem dönemin gazetelerinden hem de örgüt içi raporlardan bir araya getirilerek anlatılmıştır. Böylece Hak-İş’in tarihî gelişimi, belgeler ve tanık anlatımlarıyla bir bütün hâline getirilmiştir.
Bu çalışma, Hak-İş’in kuruluş tarihine dair unutulmuş veya göz ardı edilmiş bilgileri gün yüzüne çıkarıyor. Kurucuların çabalarını, örgüt içindeki dayanışmayı ve dönemin toplumsal zorluklarını anlamak, hem bugünkü üyeler hem de toplum için değerli bir rehber oluşturuyor. Geçmişin öğrenilmesi, geleceğe sağlam adımlar atmak için bir fırsattır ve bu eser, hem hafızayı koruyor hem de gelecek nesillere ışık tutuyor. Örneğin, 1978’de bir eğitim programına katılan genç bir üye, o dönemde yaşanan sıkıntıları ve dayanışmayı anlatırken gözyaşlarını tutamamış; bu anlatım, okuyucuya hem dönemin ruhunu hem de örgüt kültürünü doğrudan hissettiriyor.
Kurucularımızdan Mustafa Taşçı, İbrahim Ahi (doğum-ölüm tarihleri) ve Zübeyir Yetik, emek ve sermaye mücadelesinde gösterdikleri kahramanlıklarla adeta kelimelere sığmayan bir destan yazmışlardır. Bu ifadeyi kullanmak, yaptıkları fedakârlıkları ve katkıları abartmak değil, tam aksine hak ettikleri değeri vurgulamak anlamına gelir.
Hak-İş kurucuları, gece gündüz çalışarak, hayati tehlikelerle karşı karşıya kalarak, aç ve susuz kalarak; ailelerinin rızkını harcayarak ve mal varlıklarından fedakârlık yaparak kuruluşun harcı, taşı ve çimentosu oldular. Onlardaki samimiyet ve fedakârlık olmasaydı, bugünkü Hak-İş gibi güçlü bir emek çınarı ortaya çıkamazdı. Eğer kurucuların emeğine saygısızlık eden, çıkar peşinde koşan anlayış hâkim olsaydı, bu kısa sürede emek sömürücüleri tarafından örgüt kolayca ele geçirilir ve büyümesine izin verilmezdi.
Bugün de emek sömürücüleri, kurucuların ve mirasçılarının emeğini yok sayarak, çalışmalarını göz ardı ediyor. Bu yüzden, bugünkü nesle kökü olmayan, yalnızca sanal bir geçmiş sunulması kabul ettirilmeye çalışılıyor. Oysa Hak-İş’in gerçek tarihi, emeğin ve fedakârlığın destanıdır; bunu unutmamak gerekir.
Sendika kurmak, hemen emek-sermaye barışı anlamına gelmez. Çünkü her dönemde, sömürgeciler hükümetlerin ayrılmaz bir parçası, hatta ortağıdır. Bir koca devleti temsil eden hükümetle oturup “emek-sermaye barışı” yapmak kolay bir iş değildir. O dönemde her sokak başında onlarca insan, faili meçhul cinayetlerle yok ediliyordu. Böyle bir ortamda kim senin sendikacı olduğunu dinler, kim senden korkardı ki?
Hak-İş kurucuları, işte bu tehlikeler ve engeller arasında, açlık, yorgunluk ve risklere rağmen emekçilerin haklarını savunmak için mücadele ettiler. Onların cesareti ve fedakârlığı olmasaydı, bugün güçlü bir sendika çınarı olarak varlığımızı sürdüremezdik.
Emek ile sermaye ilişkisi, dünyada büyük bir okyanusa benzer. Bu okyanusta ilerlerken, kullandığın tekne sermaye gemileriyle karşılaştığında, öncelikle senin tekne olduğunu fark etmezler. İşte biz, “Biz tekneleriz!” diyerek o dev okyanusa daldık. Cesaretimiz, fedakârlığımız ve kararlılığımız sayesinde, büyük dalgalarla ve güçlü gemilerle yüzleşebildik.
Emek-sermaye barışının tarihine yön veren kahramanlar, sendikalar ve benzeri yardımlaşma, dayanışma örgütlerinde rol üstlenenler öncelikle kurucular, ardından açılan yolda bu güne kadar gelen tüm yöneticiler olmuştur. Her birinin fedakârlığı, bu tarihi ayakta tutan en önemli unsurdur.
Biz kitabımızda, 1976-1980 yılları arasındaki tarihi, biyografik bir bakışla ele alıyor, kurucular üzerinden kişi, olay, olgu, belge, bulgu ve şahit anlatımlarıyla adeta emek-sermaye okyanusunu besleyen denizleri göstermeyi amaçlıyoruz. Çünkü emek-sermaye tarihini yaşatan ve besleyen, esasen kurucuların hayat hikâyeleridir.
Kurucularımızdan Mustafa Taşçı, İbrahim Ahi (doğum-ölüm tarihleri) ve Zübeyir Yetik, emek ve sermaye mücadelesinde gösterdikleri kahramanlıklarla kelimelere sığmayan bir destan yazmışlardır. Bu ifadeyi kullanmak, yaptıkları fedakârlıkları ve katkıları abartmak değil, tam aksine, hak ettikleri değeri vurgulamaktır.